Mustafa Çağrıcı

Mustafa Çağrıcı

Mâtürîdî toplantılarının hatırlattıkları

Mâtürîdî toplantılarının hatırlattıkları

Son yıllarda ülkemizde Mâtürîdî ve Mâtürîdiliğe karşı bir ilgi patlaması oldu. Geçtiğimiz hafta sonu M.Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde, ondan bir hafta önce de Ankara’da programlar düzenlendi.  

Malumunuz, ta Nizamiye medreselerini kurdukları bin küsur yıl öncesinden itibaren Selçuklusuyla, Osmanlısıyla dedelerimiz insanlarımıza daha çocuklukta “İtikadda mezhebim Matürîdîlik, amelde mezhebim Hanefîlik” şablonunu ezberletmişlerse de gerçekte özellikle itikadda (siyasi sebeplerle) bal gibi Eş‘arîliği okutmuşlar, o fikriyatı benimseyip uygulamışlardır. O çağlarda Batı’da da başka bir skolastik eğitim hâkim olduğu için medreselerimizde okutulan Eş‘arîlik tarzı dogmatik düşünce bir şekilde idare ediyordu. Fakat Osmanlının başlıca rakibi olan Batı dünyasında XVI. yüzyıldan itibaren eleştirici-sorgulayıcı düşüncenin filizlenmesi ve zamanla bunun bilimsel alanlara, özellikle de eğitim kurumlarına yayılmasıyla başka bir eğitim zihniyetine geçilirken, bizim medrese eğitimimiz, bırakın eleştirici-sorgulayıcı insan modeline geçmeyi, tek tipleştirici dogmatik karakterini daha da tahkim etti. Ve sonunda deniz bitti.  

Bunun çok basit ve indirgemeci bir açıklama olduğunu kabul ediyorum. Ama yine de sonuçta yalın gerçek budur. Meseleyi hamasi ve duygusal alana çekip bu gerçeği reddetmek, kendimizi kandırmak ve oyalamaktan başka bir işe yaramaz, nitekim yaramadı. Ayrıca bu açıklamanın tarihe saygısızlıkla da ilgisi yok. Hiç kimse mesela İngilizlerin, Fransızların kendi tarihlerine bizden daha az saygılı olduklarını iddia edemez.  

***

Bazı son dönem Osmanlı aydınları ve siyasetçileriyle Cumhuriyet döneminin hâkim kadrosu, ağır sonuçlarını yaşadıkları bu yalın gerçeği kabul ettiler ve çok farklı çıkış yolları düşündüler; bazıları oldukça radikal -ve gerçekçi olmayan- “yenilik” projeleri uyguladılar. Ama -bugün de dillendirdiğimiz- “muasır medeniyet seviyesine yükselme”yi bir türlü başaramadık.  

Kısacası tam Batılı olamadık. -Zaten gerekli de mümkün de değildi.- Sonrasında biraz oryantalist çalışmaların, biraz da bazı yenilikçi Arap aydınlarının yazılarıyla tanıdığımız Mûtezile akılcılığıyla ilgilensek de o çizgiye yakın olan Ebû Mansur el-Mâtürîdî ve Mâtürîdîliği daha bizden gördük; hem duygusal hem kültürel hem de entelektüel olarak bize daha uygun bulduk. Doğrusu, belirtilen her üç sebepten dolayı da son zamanlarda Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğe gösterilen ilgi, yerinde ve geç kalmış bir ilgidir.  

***

Ancak şu nokta beni kaygılandırıyor:  

İslâmî ilimlerle uğraşanlarımızın, illa da geçmişten bir referans kaynağı arayıp bulmak gibi şifasız bir kompleksi var. Yani kendimiz bir şey düşünsek bile onu illa da geçmişe onaylatma gereğini hissediyoruz. Bu, tarihten gelen çekingenliğimiz. Kitleleri de böyle şartlandırdığımız için yeni bir fikre karşı ufak bir kampanya bile toplumsal reaksiyonu çabucak harekete geçiyor. Onun için ilgililer genellikle şöyle düşünüyorlar: “Neme lazım; kendim bir şey söylemektense geçmiş bir büyüğe söyleteyim.” Tabii muhtaç olduğumuz her şeyi de “kutsal” geçmişte bulamayınca “dinde yeri yok” diye yeniyi ya reddediyor ya da tevakkuf ediyoruz, yani yerimizde çakılıp kalıyoruz. 

Köklerinin bir ucu Maveraünnehir bereketinden beslenen biz XXI. yüzyılın Müslümanları, elbette Ebû Hanîfe, İmam Mâtürîdî, Hoca Ahmet Yesevî gibi ilim ve gönül insanlarını, kültür ve medeniyetimizin kurucu ve geliştirici şahsiyetlerini tanıyacak, düşüncelerini öğrenecek, öğreteceğiz; saygı ve minnettarlığımızı da hep yaşatacağız. Ama bu saygı ve minnettarlık bizi esir alıp zihnimizde prangaya dönüşünce dogmatik zihniyetten bir türlü kurtulup, geçmişi daha özgür okuyamıyoruz. Unutmayalım ki, yaşadığımız sorunlar bu çağın, bu çağda yaşayan bizim sorunlarımızdır; onları çözmek de bin küsur yıl önce yaşamış âlimlerimizin değil, bizim görevimizdir. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mustafa Çağrıcı Arşivi