Aleme verir talkını...
Bu coğrafyada ‘gazetecilik’ denilen işkolunun başlangıcı bir gariptir. İlk gazetemiz (Takvim-i Vekayi-1831) devlet, ilk özel gazete (Ceride-İ Havadis-1840) ise, William Churchill isimli bir İngiliz tarafından yayınlanmış.
Zamanın Dahiliye Nazırı’nın, bir av kazasında kendisini hafifçe yaralamasının özrü olarak Ceride-i Havadis’i yayınlama izni alan William Churchill, gazetenin ayakta kalması için devletten yardım almanın yollarını da bulmuştu, o zaman.
Batı’da toplumsal bir ihtiyaçtan dolayı yayınlanan gazeteler kendilerini finanse ederken, bizdeki ilk özel gazete bile devletten yardım alarak ayakta kaldığı için, yarı-resmi olarak tanımlanır.
1840’tan bugüne değişen şeyler çok şüphesiz. Ama gazetecilik sahası, garipliklerin sürdüğü bir saha olarak varlığını sürdürmüştür hep.
Ansiklopedilerin ilgili maddelerinde ve gazetecilikle ilgili kitapların tanım bölümlerinde yazıldığı ve izah edildiği şekilde ideal manada bir gazetecilik, nerdeyse hiç olmamıştır bu ülkede.
Rantabl olabilmesi, yani gelir-gider dengesinin sağlanabilmesi oldukça zor bir sektör olduğu için belki, devlete dayanma ihtiyacı hissetmiş bu işi yapma derdindekiler.
Devlet yardımını hedeflemeyenlerin çoğu da, devleti ve toplumu yönlendirme niyeti olanların bir tür manipülasyon aracı olmak durumunda kalmışlar...
Basın tarihimizde, gazetecilik mesleği açısından örnek alınabilecek kurum ve kişiler de olmuştur tabii. Ancak, bunlar çok fazla sayıda değiller ve genellikle de, kısa sayılabilecek süreler bu işi yürütebilmişler.
Bugün durum daha da vahim aslında.
Sektörün giderek gelişmesi, yatırım ve işletme maliyetlerini artırmış, böylelikle gazeteciliği ‘başlıbaşına bir iş’ olarak görenler, kenara çekilme mecburiyeti ile karşı karşıya kalmışlardır.
Gazeteciliğin başlıbaşına bir iş olduğu ve gazete sahiplerinin, en azından objektif yayıncılığı etkilemeyeceği düşünülen işler dışında başka işlere girişmediği zamanlar, geride kaldı.
Ve şimdi gazetecilik işi, bambaşka bir sürü işkolunda faaliyet gösteren insanların, belki biraz mesleğe duydukları hevesle, ama daha çok sektörün gücüne ihtiyaç duymaları sebebiyle yatırım yaptıkları bir alan haline gelmiş durumda.
Gazetesi olan bir patronun, yatırımlarının bulunduğu sahalarda, gerek görülen hallerde gazetesinin gücünden faydalanmaması, artık düşünülemeyecek bir şey nerdeyse.
Oysa gazetecilik denilen işin, mesleğin, formasyonun temel esprisi objektifliktir ve bu işin ustalarının geriden gelenlere söyledikleri en önemli ve değerli sözlerden birisi: “Kalemini kır ama satma!” şeklindeki tavsiyedir.
Kalemler artık satılmakta, kiralanmakta ve bu, basit ticari çıkarlardan başlayıp, kompleks yatırım ve finans meselelerine; bundan da daha ötelere, mesela ülkede takip edilecek ekonomik ve sosyal politikalara ve hatta dış ilişkilere kadar, maalesef geçerli olmaktadır.
Bütün bunlar da, herhangi bir fikir ya da ideoloji adına olmaktan çok, sahip olunan sosyal statünün ve hayat standartlarının korunması adına yapılmaktadır.
Kalemini satmaktansa kırması gereken insanların; yıllar hatta aylar içerisinde yazıp-çizdiklerindeki zig-zaglar, bu işin tadının artık iyice kaçtığını ortaya koymaktadır.
Hürriyet Gazetesi’nin 13 Kasım tarihli ‘Cüce, yandaş ve besleme’ başlıklı başyazısı, bu durumun hikayesidir biraz da.
Hürriyet’in patronu gazetecilik dışında başka işlerle uğraşmasa ve o gazetenin başındaki kişi de patronu adına iş takibi yapan birisi olmasa: ‘Ne kadar da doğru!’ denilebilecek bir yazı idi o...
Ama Hürriyet’i bildiğimiz için, şimdi sadece, “kişi refikin kendi gibi bilir” diyebiliyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.