“Büyük felâket”

“Büyük felâket”

Dağılan gündem, bir türlü toparlanamıyor. Şimdi de Obama’nın aylardır merakla beklenen 24 Nisan konuşmasında “soykırım” demezken, onun yerine “büyük felâket” anlamına gelen “medz yeghem” kelimelerini kullanması ve onun da ötesinde, konuşmaya saatler kala Türkiye ve Ermenistan adına geceyarısı yapılan “ilişkileri normalleştirme” açıklamasının yankıları gündemin ilk sırasına oturdu.

Özellikle Türk-Ermeni açıklamasının Azerbaycan cenahındaki yankılarına dair provokatif haberler iyice yoğunlaşmış durumda. Bir taraftan tepki olarak Bakü’deki Türk camiinin kapatıldığı ve Azerî doğalgazına zam yapıldığı, diğer taraftan Azerî ve Ermeni liderlerin de yakında bir araya gelecekleri haberleri geliyor. Ortalık toz duman. Ve çelişkili haberlerin bini bir para.

Strateji uzmanı Sedat Laçiner, fırsattan istifadeyle Türk-Azerî gerilimini tırmandırmayı amaçlayan provokasyonlarda Ergenekon parmağının bulunduğunu söylüyor. Bu iddia doğruysa, yapılan bunca operasyona rağmen Ergenekon hâlâ etkinliğini sürdürüyor demektir ki, vahim...

Evvelce de Bakü’de gündeme gelen Türkiye merkezli bazı darbe girişimlerinin yine Ankara çıkışlı ikazlarla önlenmiş olduğunu hatırlayalım.

Bakalım, hükümet, son gelişmelerin Azerî cenahında yol açtığı söylenen rahatsızlığı giderip, Ermeni açılımı için Bakü’yü ikna edebilecek mi?

Öte yandan, Obama’nın “büyük felâket” söyleminin, daha üç hafta önceki Türkiye gezisinde onunla gayet samimî görüntüler veren Ankara sakinlerinde tetiklediği tepkiler devam ediyor.

Obama’ya, 1915’te sadece Ermenilerin değil, Türkler başta olmak üzere Müslüman unsurların da büyük kayıplara uğrayıp derin acılar yaşadığını bildiren cevaplar veriliyor; ama buralarda söylemenin bir kıymeti yok; asıl olan, bu gerçekleri orada mâkes bulacak şekilde seslendirmek.

Zaten yıllardır sonu gelmeyen bir yılan hikâyesi şeklinde önümüze sürülen, her türlü propaganda aracını etkin şekilde kullanan diasporanın tek taraflı olarak beyinleri yıkadığı “soykırım” meselesinin bu noktaya gelmesinde rol oynayan en önemli sebeplerden biri, Ankara’nın işi büyük paralarla Musevi lobilerine havale etmenin ötesinde hiçbir şey yapmamış olması değil mi?

“Birinci Dünya Harbinde Müslümanlar da kıyıma uğradı” deniliyor, tarihî belgeleriyle de ispatlanıyor; ama bu haklı söylem nedense bir türlü sınırlarımızın ötesine taşınamıyor. Dünya basını, üniversiteleri ve kamuoyu üzerindeki diaspora hegemonyasını kırmaya ve bilinmeyen kendi gerçeklerimizi de duyurmaya yönelik akılcı ve gerçekçi stratejiler üretilip uygulanamıyor.

Bu tuhaflık daha ne zamana kadar sürecek?

Bir taraftan, nüfuz ve etkinliği her geçen gün daha da artan bir bölge gücü haline gelmekte olduğumuzdan dem vuruluyor; diğer taraftan, aramızdaki yakınlığı “bir millet, iki devlet” sözüyle ifade etmeyi çok sevdiğimiz Azerbaycan’ın bir çırpıda gönül koyup yönünü Moskova’ya çevirmesine engel olamıyoruz. Bu nasıl bir etkinlik?

Bölgedeki enerji nakil projelerinin bilhassa ABD-İsrail çıkarlarını esas alacak şekilde dizayn edildiği bir süreçte, Rusya’nın bu durumu kendi lehinde değiştirmek için fırsat kolladığı ve satranç hamleleri gibi adım adım kendi pozisyonunu güçlendirip, evvelce kaybettiği mevzileri birer birer geri almaya çalıştığı, bilinen bir gerçek.

Son olarak geçen yaz yaşanan Gürcistan krizinden, neticede Rusya’nın kazançlı çıktığı da.

Görünen o ki, şimdi sıra Azerbaycan’da. Erivan zaten Rusya'nın nüfuz alanında. Bakü’yü de yanına çekmeyi başarırsa, SSCB’nin dağılmasından sonra kaybettiği cumhuriyetlerden birini daha tekrar kazanmanın hesabını yapıyor Kremlin.

Buradaki asıl mücadele, eskiden olduğu gibi ABD ile Rusya arasında. Onlar çekişir, uzlaşır.

Bizim için önemli olan, birinin veya diğerinin piyonu durumuna düşmeyip, arada ezilmemek.

Bunu yapabiliyor muyuz, yapabilecek miyiz?


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi