Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Türkü Söyleye Söyleye Büyüdü Ceddimiz

Türkü Söyleye Söyleye Büyüdü Ceddimiz



Türkü söyleye söyleye büyüdü ecdadımız. Türkü söyleye söyleye inceldi gönülleri. Konduğu ve iskân olduğu her yere önce türkülerini çıkarıp koydu. Bir göçten bir göçe yürürken türküler yakarak sürdürdü göçünü. “Yüreğinde ne var?” dediklerinde, “türkülerim var” dedi. Türkü ile başladı her hikâyesine. Acısını, sevincini, sevdasını, gurbetini türkülerle anlatabilirdi ancak. Söz yavan kalırdı.

Atalarımız türkü söyledikçe yürekleri büyüdü, bahtları ve kalplerindeki perdeler açıldı, gönülleri genişledi. Kondukları her mekâna türkülerle girdiler, yeni yurtlarında yeni türküler yaktılar. Türkü, yüreklerinin, yani hayatlarının aynasıydı.

Türkülerde aşkları, acıları, kavgaları, gazâları, ağıtları, cümle yaşadıklarıyla hayat vardı. Adalet üzere dört bir yana at sürerken dillerinde türkü düşmemişti. Bilgeliğin ve umranın insanını inşa ederken türkü söylüyorlardı. Böylece türkülerimizin söylendiği her yer vatan olmuştu.

Her yer türkü, her yer vatan değil midir? Dosthânemizde türküler söylenirken kanayan hepimizin yüreğiydi. Gurbette türkü dinlerken gurbetzedemiz, sızlayan yine hepimizin yüreğiydi. Gönlümüz daraldı mı türkülerdi yüreğimizi tutan. Asırlardır dost ve sevda türküsü söylemişlerdi atalarımız.

TÜRKÜ NİYE SÖYLENİR?

Bu millete aidiyet hisseden biri için “Türkü niye söylenir?” sorusu abesle iştigaldir ve felsefeyle mantıkla anlaşılmaz. Aslında “Türkü niye söylenir?” sözü “neden / niçin” şeklinde bir soru cümlesi değildir milletimizin dil evinde. Bu ifadenin zımnında “nasıl kahramanca ölünür, nasıl en iyi âşık olunur, nasıl en koyu sevdaya düşülür, nasıl en yürekten ağlanıp, yanıp yakılır...” duyguları vardır.

O bakımdan türkü çağırmak, türkü söylemek, türkü yakmak, asırlardır dilimizin ifade kalıpları arasında yaşayıp gelen sözlü kültür değerlerimizdendir.

Bu millet ki, yüreğini hep yanında taşımıştır. Aşka ve Allah’a âşık, Hz. Peygamberine âşıktır. Bezm-i elest’ten beri gönül milletidir bu millet. Gönlünde daima kahramanını, yiğidini, âlimini, irfan ehlini yetiştirir. Tarihten bugüne göçlerle, gazâlarla, kıtlıklarla, gurbetlerle imtihan olmuş, yüreğinde hep memleket aşkı, sevda, hasret, şehitlik, ayrılık yarası vardır. Sevdiğini ölesiye sever. Kötüyü öfkesiyle kınar ve beddua eder.

Bütün bu iç ve dış, maddî ve manevî özelliklere sahip milletimiz, duygularını, düşüncelerini, ıstıraplarını, mâvera kadar sonsuz gurbet duygularını, intizarlarını, öfkelerini, sevinçlerini neyle anlatabilecekti? Bu yüklü meziyetlere dilin ve ifadenin hangi biçimi karşılık verecekti?

Türkü işte bunun için söylenir. Yüreği sürekli fışkıran böyle bir milletin elbette nağmeleri olacaktır. İşte bu nağmenin adı türküdür. Cahit Öztelli’nin ifadesiyle, “halkın iç âlemini yaşatan, beşikten mezara kadar bütün yaşayışını içine alan en dikkate değer edebî mahsuller türkülerdir.”

Türkü, milletimizin dili ve gönlüdür. Âbide şahsiyetlerini ve kahramanlarını, sevdiklerini, gönlünde yaşattıklarını en vecidkâr ve en yanık bir şekilde ancak türküler dile getirebilirdi. Bu böyle bir hakikattir ki Karacaoğlan, Âşık Garip, Dadaloğlu, Dertli, Erzurumlu Emrah, Ruhsatî, Âşık Veysel birer türkü olarak yaşıyor gönlümüzde ve hafızamızda.

EVVEL TÜRKÜ VAR İDİ

Önce türküler vardı milletimizin dil evinde. Sonra diğer mûsiki formları yer almaya başladı: Şarkı, ilahî, tasavvufî mûsiki... İnsanımız, derûnunda ve kalpgâhındaki her meramını türkülerle dile getirdi. Türkü, bir anlatma ve hissetme vasıtasıydı. Mûsiki kültürünün ilk nüvesiydi, yâni Türkçe’nin ezgi hâlinde içtimaîleşmesi ve milletleşmesinin coşkun ırmak gibi akan ilk kaynağıydı.

Dede Korkut diyârında başladık türkü söylemeye. Sonra Anadolu’yu bir baştan bir başka türkülerle donattık. Abdalımızla aksakalımız ve dahi şeyhimizle kılıç ehlimiz feth-i mübin için vardıkları her yere türkü ektiler, türkü biçtiler. Böylece gönül yaptılar, insan inşa ettiler. Türk milleti bin yıl önce Anadolu’yu Türkleştirirken dilinde türküler var idi.

TÜRKÜ BİZİM NEYİMİZ OLUR?

Türkü, ne güzel, ne sıcak bir kelime; insanı yüreğinden fikrine ve sonra fiiline kadar sarar, bir sıtma hastalığı gibi yakar kavurur. Gönüllerin ve Türkçe’nin imbiğinden süzülüp meydana gelir. Bundan dolayıdır ki, anonim halk edebiyatının manzum eserlerinden ve yüreklerde pişerek demlenen şiirlerden bestelenir.

Türkü, yaygınlık kazanmış yanlış bir bakışla “halk müziği” değil, millet mûsikisidir, yani millî Türk mûsikisinin anası ve zeminidir. Şarkılarımız, türkülerden doğup, şehirli duygu, farklı ses ve sazlarla incelmiş olanıdır. Türkü, dereceleri ve kademeleri geniş olan mûsikimizin ilk ve asıl zeminidir.

Bizim geçmişimizde halkla münevver arasında inanç ve kültür bakımından mahiyet farkı yoktu ki, halk başka, münevver başka âlemin ezgileriyle gönüllerini şad eylesin. Derece ve incelmişlik bakımından zevk farkı vardı aralarında. 14. Asra kadar yır, ır, makam, hava, ezgi olarak ifade edilen bu ilk millî mûsikimiz, 15. asrın başından itibaren içtimaî bir yaygınlık ve derinlik kazanarak “türkü” nâmıyla gönüllerde bir daha değişmezcesine tahtını kurmuştur.

TÜRKÜLERİ SEVMEYENİN TÜRK MİLLETİNE AİDİYETİ NOKSANDIR

Cedlerimizin yüreği, gülbanglar ve salâlar gibi türkülerden de kâm alıyordu. Şimdiki zamanın bir kısım zümreleri türküyü asıl mânasıyla anlamaktan ve dinlemekten uzaktır. Türkülere bir “dinlence”, bir keyiflenme vasıtası olarak bakıyor. Nesebi bozuk sözde mûsiki gürültüsüne teslim olmuş bir güruh var her yerde. Asırların gönlünü taşıyan türkülerin nağmelerinin derûnunu anlayamıyor günümüz insanı.

Evvel emirde türküler telli sazlarla icra edilmeli. Türküleri ezgiye döken sazların ilk ceddi bağlamadır. Yüreğimizi kuşatan mübârek seslerden biri de bu telli sazlardan çıkan sestir. Çünkü gönlümüz tâ baştan bu telden çıkan sese bir ilahî sayha gibi tutulmuş ve akortlanmış. Bundandır ki bağlamanın sesi yozlaştırılmadan devlet eliyle korunması gerek.

Nasıl ki, Mevlevîler için ney’in nağmeleri Allah düşüncesi ve aşkının manevî bir vasıtasıdır. Türkülerin nağmeleri ve onu meydana getiren bağlama türü sazlar da gönlümüzün sesini teganni eden saygıdeğer bir vasıta olarak bilinmelidir.

Düz bir bakışla türkü tasavvuf mûsikimiz gibi doğrudan manevî olanı nağmelendirmez zannedilir. Eğer ehl-i türkü iseniz bu bakış sizi tatmin etmemelidir. Türkülerde dünyalı bir hayat içinde geçen sevda, aşk, ölüm, gurbet, hasret, hüzün, şikayet, yokluk, sevinç gibi hâller de dile gelir, mânevî olan da… Tekke ve dinî şiirlerimizin türkü formunda bağlamayla icrasını dinleyenler bu cezbeyi iyi bilirler.

“TÜRKÜLER, ASIRLARA MEYDAN OKUR VE ASLA YALAN SÖYLEMEZLER”

Türküler asırlar içinde demlenen, devletlerden ve ekonomilerden daha güçlü bir gönül dostudur. Bir yazarın ifadesiyle “türküler, asırlara meydan okur ve asla yalan söylemezler.” Öyle ki, hem topluma ait, hem de ferdî olsun, tarihî bir vakayı, hakikati ve gönüllerdekini olduğu gibi saklar ve asırların ötesine taşırlar.

Hangi felsefe ve ilim türküler kadar, insanın yaşadığı bütün duygularını dipten derinden alıp ifade edebilir? Hangi edebiyat ve sanat, türkülerin sıcak ve içten dili kadar yalansız ve samimidir.

Maazallah Türk dilinin bütün lügatleri, yazılı kaynakları ortadan kaldırılmış olsa, on binlerce kelime barındıran türkülerimiz sayesinde dilimiz yeniden derlenebilir. Türküler kimliğimizdir; bir cihetiyle inançlarımız birlikte dünya görüşümüzdür.

Gönlümüze yabancı olan modern zamanların süflî ve seküler mûsiki tıngırtılarına kapılan zümreler türkü dinlemiyor olsalar da türküler onların kaderlerinden kıyamete kadar silinmeyecektir. Türküler hayatımızın gerçekleri ve hayâlleridir. Türküler hem yaşanmış, hem de yaşanacak olandır.

-------------------------------------------------------

EKYAZI:

“BİZİM KÜLLİYE” DERGİSİNİN TÜRKÜ DOSTLUĞU

“Biz Hayatı Türkülerden Öğrendik” adlı nâçiz yazımıza, türkülerle ilgili cümlelerini iktibas ettiğim değerli yazar Mahir Adıbeş’ten gelen teşekkür mesajı, türküler gibi gönlümü almıştır. Onun “Ben Bu Türküleri Neden Sevdim” yazısını “Bizim Külliye” dergisinde okumuştum. Hikâyesini anlatmadan geçmek olmaz.

Yıllar var ki bu fakirin türkülere olan meftunluğu göklere ermiştir. Bu vecd ve duygularla türkü yazıları yazıyor ve okuyor iken, Elazığ İzzetpaşa Vakfı tarafından üç ayda bir çıkarılan kültür sanat dergisi “Bizim Külliye”nin aralık-ocak-şubat 2009-2010 Türkü sayısının tanıtımını bir yayında okumuştum.

Yazar ve şairliğini bilmenin dışında yakın tanışıklığım olmayan “Bizim Külliye” dergisinin müdürüne, sevinç ve sitem karışımı bir vecd içinde “nasıl olurda benden habersiz bu ülkede Türkülerle ilgili bir dergi özel sayı çıkarabilir?” diyerek, muhterem insan Nazım Payam Beyi telefonla arayıp “Bizim Külliye” dergisinin Türkü sayısının en hızlı imkânlarla âcilen adresime gönderilmesini istedim. Sağolsun vecdimi anlamış olacak ki dergiyi, Yemen gurbetlerinden gönderilen mektup misali ulaştırdı.

En başta Nazım Payam Beyin “Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı, uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır” satırlarını okumuş ve dergiyi bir solukta âdeta içmiştim.

Has türkülerin memleketlerinden biri olan Elazığ’ın şânına uygun “Bizim Külliye” dergisinin
Türkü sayısı başucu kitaplarımın yanından hiç kalkmaz.

Bu vesileyle Mahir Adıbeş Beye ve Nazım Payam Beye türkülerin diliyle selâm eder, teşekkürlerimi arz ederim.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi