Ziya Müezzinoğlu

Ziya Müezzinoğlu

“Bu Taksim'i Kurt Yapmaz!”

“Bu Taksim'i Kurt Yapmaz!”

Yıllarca emek vererek kendi elleri ile büyüttüğü fidanları ve mamur ettiği bahçesi bir anda talan edilen bir bahçıvanın ya da evladı amansız bir hastalığa yakalanmış bir annenin ruh haliyle izliyoruz olanları günlerdir. Onun için “eylemcileri” ve onların “eylem” diye ortaya koyduğu şeyleri görmek, düşünmek ve yazmak fazlasıyla yıpratıcı, yorucu ve zor.

İstanbul’da iyi niyetle ve sadece birkaç yüz kişiyle başlayan olaylar, idarecilerin, hadi adını koyalım, Başbakanın yanlış söylem ve eylemleri, medyanın sorumsuzluğu, iktidarı hala darbede arayan ana muhalefetin tahriki, marjinal grupların ve son yıllarda Türkiye’nin kat ettiği yoldan rahatsızlık duyan uluslararası güçlerin de yardımıyla çığırından çıktı.

Günlerdir “eylem” diye izlemek zorunda bırakıldığımız maskaralık, “eylemci” diye nitelendirilen kimseler ve onların ruh hali ilgili söyleyecek söz bulmakta zorlanıyor insan. Tüm siyasi kalıplardan sıyrılarak yaşananlara “insani” gözle bakmayı başarabilen herkes, ortaya çıkan tablonun demokratik hakla, söylemlerin de düşünce özgürlüğü ile uzaktan yakından en ufak bir alakasının olmadığını görecektir.

Böylesine freni patlamış bir medyanın olduğu ve ülkenin en çok okunduğu söylenen yazarının “24 saat daha devam edersek AB kararıyla hükümet düşecek. Az kaldı, direnelim.” diye yazdığı bir ülkede sokakların seviyesinin böyle olması çok da anormal bir durum değil aslında. Ancak insan yine de tüm bu yaşananları “demokratik tepki”, doğuda polise taş atan “teröristler”den hiçbir eksiği olmayan ve hatta fazlası olan güruhu da “eylemci” ya da “çevreci” olarak değerlendiren aydınları anlamakta zorlanıyor.

Hadi hepsini geçtik diyelim, peki ya olaylara “Türk baharı” penceresinden bakanlara ne demeli? Malesef bu ülke hala ve hala içinde yaşadığı toplumdan böylesine uzak ve onun değerlerine bu kadar yabancı olanların aydın, kanaat önderi ya da yazar olarak değerlendirildiği bir ülke olmaya devam ediyor.

Karşı tarafa baktığımızda olayların bu denli içinden çıkılmaz hale gelmesinde hükümetin de çok ciddi hatalarının olduğu görülüyor. İlk hata, uzunca bir zamandır birçok uygulamanın “Ben yaptım oldu!” kolaycılığı ile kotarılmaya çalışılması, ikincisi de onlarca yıldır birçok tartışma ve gerilime sahne olmuş “Taksim” gibi önemli bir meydanla ilgili çalışmaların da yine aynı anlayışla halkla paylaşılmadan ve halka rağmen yapılmaya çalışılmasıdır. Samimi bir niyetle başlayan küçük bir itirazın ciddiye alınmayarak önemsenmemesi ve hatta sert önlemlerle bastırılmaya çalışılması da son ve en önemli hata olarak olayların kontrolden çıkıp amacından sapmasına ve tüm ülke sathına yayılmasına sebep oldu.

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da önceki gün yaptığı açıklamada “Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi 5 günde başardık ve normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek olan birbirinden çok farklı kesimleri, toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk.” diyerek aynı noktaya dikkat çekiyor. Nabi Avcı'nın yanı sıra Kadir Topbaş, Ömer Çelik ve Bülent Arınç gibi önemli isimler de sağduyulu, soğukkanlı ve örnek bir tutum sergileyerek “mesajın alındığı ve gerekli derslerin çıkarıldığı”na dair açıklamalar yaptılar ancak tüm bu açıklamalar maalesef Başbakanın sert ve tavizsiz tutumunun gölgesinde yitip gitti. Umarım Bülent Arınç'ın dün akşam Başbakan Vekili sıfatıyla yaptığı açıklamalar ve sergilediği örnek tutum meyvelerini verir de ülkeye daha fazla zarar gelmeden bu iş biter.

Yaşanan her olayın komplo teorileri ve karmaşık ilişkiler ağı ile açıklanmaya çalışılmasına sıcak bakmayanlardanım ancak son yaşananları, yıllardır yaşam tarzlarına müdahale edilen sessiz halk kitlelerinin spontan ve hiçbir müdahale olmadan gelişen masum eylemleri olarak değerlendirmek de safdillik olacaktır. Olayların ülke içindeki kışkırtıcılarının dün Milli Gazete'nin de “Taksim bu kapağın altında!” manşetiyle duyurduğu kökü dışarıda olan içki lobisi olduğunu ve eylemleri bu kadar yaygınlaştıran en önemli argümanın da hükümetin yaptığı son alkol düzenlemesi olduğunu düşünüyorum.

Nitekim basına da bazı yerlerde eyleme katılanlara bedava içki dağıtıldığının fotoğrafları yansıdı boy boy. Zaten birçok eylemci de ellerinde içki şişeleriyle yansıdı fotoğraf karelerine. Hatta bazıları şişelerle yazdıkları “TC” ibaresi ile gururla poz verdiler kameralara. Batı basınına yansıma şeklinden yola çıkarak olaylarda dış güçlerin parmağı olduğunu söylemek de zor olmasa gerek. Türkiye'nin bu görüntülerle gündeme gelmesini en çok isteyebilecek olanlar, Suriye konusunda Türkiye'den “Suriye'ye girme” gibi daha büyük fedakârlıklar(!) bekleyen ABD başta olmak üzere tüm Batılı güçlerdir. Olaylar, söz konusu dış güçlerin birkaç yıldır denedikleri ve en son Reyhanlı'da gerçekleşmeyeceğini bir kez daha gördükleri Türkiye'yi Suriye bataklığına çekme planının yeni bir aşaması ya da Türkiye'nin daha aktif rol alması yönünde yapılmış bir uyarı olabilir mi? En zayıf ihtimal de Türkiye'nin Suriye konusunda Batılılarla ortak hareket etmesine bir misilleme olarak Suriye ve İran gizli servisleridir.

Batı (k) medyası

Eylemlerle ilgili bizim medyanın tavrına hiç yabancılık çekmedik ancak daha düne kadar “Türkiye şöyle iyi yolda, böyle iyi ilerliyor.” gibi manşetler atan ve Türkiye’ye övgüler yağdıran dış basının bir yerlerden düğmeye basılmışçasına değişeveren tavrı sürpriz oldu Türkiye için. Örneğin Alman medyası, Almanya’da meydana gelen yüzyılın en büyük sel felaketi ile ilgili haberlerin hemen ardından sayfalarını en çok Türkiye’den gelen haberlere ayırdı. Olayı, “Diktatör istifa!”, “İstanbul’un cesur kadınları!” gibi başlıklarla haberleştiren Alman gazeteleri de tıpkı diğer Batılı meslektaşları gibi yaşananlara “Türk baharı” yakıştırmasını uygun gördü. Almanya’nın en çok satan gazetesi, “Türkiye’de polis kendi halkına karşı biber gazı kullandı.” ifadelerini iri puntolarla sayfalarına taşırken bir yerel gazete de Essen’de Türkiye’deki eylemlere destek vermek için bir araya gelen Türklere polisin gaz ve göz yaşartıcı bomba ile karşılık verdiğini birkaç satırlık bir haberle geçiştiriyordu.

Türk polisinin “kendi halkına karşı biber gazı” kullanmasını bu kadar abartarak eleştiren Alman gazeteci, herhalde polisin Suriye'deki gibi kendi halkına kurşun ve bomba yağdırmasını ya da tıpkı Ulusal Kanal'daki yoldaşı gibi polisin sert müdahalesiyle birkaç kişinin hayatını kaybetmesini bekliyordu. Neyse ki orada da aklı selim düşünenler var ki, Başbakan Angela Merkel'in “ABD kadar olmasa da biz de dünyanın jandarması sayılırız.” tedirginliği ile yaptığı açıklamalara “Kendi ülken yüzyılın en büyük sel felaketi ile boğuşurken başka bir ülkenin içişlerine karışmaya kalkma!” diyerek seslerini yüseltenler de oldu. Tüm bunları okuyunca bizdeki aydınların(!) Batılı dostları ile ne kadar benzeştiğine ve kelimenin tam anlamıyla “tek bir millet” olduklarına bir kez daha şahit oluyoruz.

Tüm bunlar, onca değişim ve gelişime rağmen Türkiye’de siyaset ve iktidarın hala nasıl da kaygan bir zeminde oturduğunu gösteriyor. Yaşananlar, yıllardır tek başına iktidar olmanın ve birçok demokratik gelişime ön ayak olmanın verdiği rahatlıkla söylenen “Türkiye bir daha asla eski günlerine dönmez.” söyleminin ne kadar yanlış olduğunu ve yeni bir anayasaya olan ihtiyacın da ne kadar acil ve büyük olduğunu ortaya koyuyor.
 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
Ziya Müezzinoğlu Arşivi