Yusuf Kaplan

Yusuf Kaplan

Üç Ayşe Şasa: Sanatçı, düşünür, bilge

Üç Ayşe Şasa: Sanatçı, düşünür, bilge

Bu dünyadan bir Ayşe Şasa geçti...

4 yıl önce, bize, bu ülkenin “sahipsiz” çocuklarına, üzerinde umarsızca “debelendiğimiz” yitik hazinenin, diriltici fikir, sanat ve hayat hazinesinin kodlarını bitimsiz bir aşkla ve yılmaz bir çileyle şifreledi gitti...

Bize düşen, onun şifrelediği hazinenin kodlarını deşifre etmek, fikir, sanat ve hayat dünyamıza yenileyerek takdim etmek...

AYŞE ŞASA’NIN HİKÂYESİ VE TÜRKİYE’NİN TRAVMATİK HİKÂYESİ...

Ayşe Şaşa’nın hayat hikâyesi, Türkiye’nin fırtınalı, dalgalı ve çalkantılı sürükleniş, yok oluş ve yeniden toparlanış hikâyesinin bir özeti, bir yansıması gibiydi adetâ: Türkiye’nin, iki asır önce Batı’dan esen sert rüzgârların önünde sürükleniş; sonra, yüzyıl önce, kendi medeniyet iddialarını ve dünyasını inkâr ediş, dolayısıyla ontolojik bir yok oluş felâketine doğru hızla yuvarlanış; son olarak da yitik hazineyi keşfediş, toparlanış hikâyesi...

Bir insantekinin çalkantılı, sinematoğrafik hayat hikâyesiyle, bir ülkenin travmatik ölüm-kalım hikâyesi ancak bu kadar örtüşebilirdi!

O yüzden, hastanede, intiharın eşiğinden dönmesine vesile olan İbn Arabî Hazretleri’nin metinlerini yutarcasına okuyarak hakikatle buluşması, “bulduklarını” zamanla hazmetmesini müteakip hakikate, sinemaya ve felç geçiren entelektüel hayatımıza dâir yaptığı sarsıcı buluşları okuyucuyla paylaşması, bir bomba etkisi yapmıştı, özellikle sinema çevrelerinde.

Bu toprakların çocuklarının yaşadığı çalkantılı serüvene, Ayşe Şasa, sinemadan kalkarak yeni, canlı, zihin açıcı bir perspektifle hem nasıl bakılabileceğini hem de bu travmatik serüvenin bir yandan nasıl anlaşılabileceğini ve anlamlandırılabileceğini öte yandan da nasıl aşılabileceğini gösterdi.

Bu açıdan Ayşe Şasa’nın gerek hayat hikâyesi gerekse entelektüel topoğrafyası, ülkenin yaşadığı travmatik sürükleniş, yok oluş ve toparlanış serüveninin anlaşılmasına ve aşılmasına dâir yepyeni ipuçları sunuyor bize...

VE SİNEMA, VE MEDENİYET VE AYŞE ŞASA

Bir sanatçı, bir düşünür ve bilge bir öncü olarak Ayşe Şasa’nın yaptığı zorlu yolculuğu bir cümleyle özetlemek gerekirse, şöyle bir cümle kurmak yanlış olmaz sanırım: Önce, sinemadan topluma, yaşadığımız bu iki asırlık travmatik serüvene bakmak, sonra da toplumun medeniyet birikiminin ve ruhunun köksaldığı dip dalgayı derinden okuyarak oradan sinemaya bakmak, ulaştığı kozmolojik medeniyet tasavvuru üzerinden hem toplumun serüvenini okumak hem de sinemamızın yaşadığı sorunları estetik olarak tanımlayarak buradan bizim dünyaya nasıl özgün bir film dili sunabileceğimizi göstermek.

Her şeyden önce, bir sinemacıydı Ayşe Şasa. Birinci sınıf bir senaristti. Türkiye’nin yaşadığı iki asırlık travmatik serüvenin izdüşümlerini, sinemamızda da tespit etmişti: Türk sinemasının travmatik serüvenine, sinemaya atıldığı ilk yıllarda, ilk gençlik yıllarında, Sinematek yıllarında tanıklık etmişti Ayşe Şasa.

Sinematek’in kurulduğu 1960’lı yıllarda, bu ülkenin metamorfoz yemiş, celladına âşık Batıcı kuşaklarının Avrupa’da bir ölçüde Hollywood’a karşı gelişen İtalyan Yenigerçekçiliği’nin, Fransız Yeni-Dalga Sineması’nın imajinatif filmlerini izlerken, nasıl bir yabancılaşma travması yaşadıklarını, kendi ruhkökleriyle irtibatlarının nasıl sıfırlandığını ürpererek anlatacaktır bize.

Ayşe Şasa, hayatının ilerleyen safhalarında, toplumun elit kesimlerinin çocuklarının bu sürükleniş ve yok oluş süreçlerini traji-komik bir durum olarak resmedecektir.

Özellikle 1990’lı yılların başlarında Dergâh dergisinde yazmaya başladığı, Türkçe’nin en güzel, en derinlikli, en rafine metinleri arasındaki yerini çoktan alan, Yeşilçam Günlüğü olarak kitaplaşan metinlerinde.

Yeni Gerçekçiler’in İtalya’nın hem Katolik geleneğinden hem de Marksist geleneğinden nasıl yaratıcı şekillerde beslendiğine dikkat çekecek, bizim bin küsur yıllık medeniyet birikimimizin ruh köklerinden beklenebilecek bir Türk sinemasının bir Tarkovsky gibi kameraya ruh üfleyecek küre ölçekli bir atılıma nasıl öncülük edebileceğini uzun uzadıya tartışacak ve bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizin bugün de hâlen geçerliliğini koruyan ve keşfedilmeyi bekleyen ipuçlarını sarahatle gösterecektir.

Bir sinemacı, bir sanatçı, bir düşünür olarak bu çorak ülkede ilk kez, üstelik de bizzat iliklerine kadar yaşadığı tasavvufun hazinesinden, pınarından kana kana içerek enfes bir şekilde gözler önüne serecektir bu konudaki çığır açıcı bulgularını.

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN BİR “KITA”...

Ayşe Şasa, Türkiye’de küre ölçeğinde film dili geliştirecek sinemacıların öncüsüdür.

Ayşe Şasa, sinema tecrübemizin travmatik serüvenlerinden, oradan roman, şiir, edebiyat tecrübemizin fırtınalı maceralarından yola çıkarak, kuşatıcı medeniyet kozmolojisiyle, ülkemizin yaşadığı sürükleniş, yok oluş ve toparlanış serüveninin anlam haritasını çıkaran, keşfedilmeyi bekleyen öncü bir düşünürdür.

Belki de, hepsinden de önemlisi, yaşadığı ve hayatını zevk-i selim makamında sürdürmesine imkân tanıyan, kendisini intiharın eşiğinden kurtararak hayret makamında, aşk makamında bir hayat sürdürmesine, daha da önemlisi sanat, sinema ve düşüncede yepyeni buluşlar yapmasına imkân tanıyan bilge bir öncüdür.

Ayşe Şasa, tastamam bir “terra incognita”dır; keşfedilmemiş -ama keşfedilmeyi bekleyen- bir kıta.

Genç kuşakların Ayşe Şasa’dan öğrenecekleri çok şey var...

Yazıyı bitirirken, Ayşe Şasa’yı, vefatının dördüncü yıldönümünde unutmayan, güzel bir programla anmaya, anlamaya çalışan Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’ni ve başkanı değerli kardeşim Mahmut Bıyıklı’yı yürekten kutluyor, Ayşe Şasa’nın hayatının, çabasının ve fikirlerinin önümüzdeki süreçte sanat, sinema ve düşünce hayatımızda önümüzü açacak bir yol feneri işlevi göreceğinden hiç kuşku duymuyorum.

Ve Ayşe Şasa’yı rahmetle, şükranla ve saygıyla anıyorum.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yusuf Kaplan Arşivi