M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Yakın tarihimiz niçin yazılamıyor?

Yakın tarihimiz niçin yazılamıyor?

çOCUKLUĞUMDA altı Padişah (Sultan Abdülaziz, Sultan 5. Murad, Sultan Abdülhamid, Sultan Reşad, Sultan Vahidüddin) ve bir de son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han’ı görmüş yaşlılar vardı. Galatasaray’ın orta kısmında okurken tarih hocamız Raşid Erer bey, son Osmanlı kabinelerinde iki kere nazırlık yapmış, “vükelâdan” bir zattı. Yine aynı okulun lise kısmının birinci sınıfındaki tarih hocamız Enver Tekand, ilk Büyük Millet Meclisi’nde Aydın mebusluğu (milletvekilliği) yapmıştı. Haydarpaşa Lisesi edebiyat muallimi (öğretmeni) üstad Mahir İz, Medine’de, Ankara’da kadılık yapmış ulemadan bir zatın oğluydu. 1940’lı yıllarda, hattâ 50’lerde, padişahlık ve Halifelik zamanından beratlı hatiplerin bulunduğu camilere gidip Cuma namazı kılabilirdiniz. 1950’lerde Diyanet İşleri Başkanı olan Eyüp Sabri Hayırlığoğlu Cuma namazlarına Ankara Samanpazarı’ndaki tarihî bir camiye giderdi. O mabedin yaşlı imamı Sultan Vahidüddin’den beratlı olduğu için...

Eskiden memlekette Müslümanlara karşı büyük bir baskı ve terör vardı. Fakirlik de yaygındı. Düşünebiliyor musunuz, eski bir bakan, cüz’î bir ücret için bir ortaokulda tarih öğretmenliği yapıyor...

Hem baskılar ve düzen terörü yüzünden, hem de imkansızlık sebebiyle, yazılması mutlaka gereken hatıraların yüzde 99’u (mübalağa etmiyorum) yazılmamıştır. Yakın zamana kadar fotokopi cihazı bile yoktu.

Yazsalar bile bastırıp yayınlayamazdılar. Evler basılır, müsveddelere el konulurdu.

30’lu yıllarda Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa’nın bir kitabı, henüz matbaada iken müsadere edilmiş (el konulmuş) ve sur kenarında yakılarak imha edilmişti.

Tarihin önemli kaynaklarından biri hatıralardır. Bunlar yazılamadı... Arşiv belgelerine gelince: Depolarda bekliyorlar. Yüzlerce, hattâ binlerce tarihçi yetişecek, arşivlere girecek, belgeleri tedkik edecek ve senelerce çalıştıktan sonra yakın tarihimizi aydınlatan ilmî eserler yazacaklar. Bizde bu var mı?

Hiçbir şey yapılmadı demiyorum. Kadir Mısıroğlu beyin birkaç kıymetli kitabı var.

Başka hakşinas araştırıcıların da ciddî eserleri bulunuyor. Ancak bunlar yeterli değildir. Şu yeterli kavramını kafalarımıza iyice yeleştirebilsek ne iyi olacak. Bir çiçekle bahar olmaz. Bu memlekette şimdiye kadar Sultan Abdülhamid hakkında binlerce ciddî eser yazılmış olmalıydı. Sultan Vahidüddin hakkında yüzlerce. M. Kemal Paşa hakkında binlerce ama ciddî tarih araştırmaları. Son Halife Abdülmecid Efendi hakkında kaç araştırma, kaç ciddî kitap var? Bence hiç yok. İslâm’ın son Halifesi ve hakkında kitap yok. Olacak şey midir bu?

Geçen sene bir tv açık oturumunda, zamane profesörlerinden biri “Laiklik 1923’ten beri var...” dedi. Zavallı!... Ya çok cahil, yahut göz göre göre tarihi tahrif etmek istiyor... 1923’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman Anayasa’nın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) ikinci maddesinde “Devletin dini, Din-i İslâm’dır” yazılıydı. Bu madde 1928’de kaldırılmış, yerine laiklik yazılmamıştır. Laiklik anayasaya 1937’de M. Kemal Paşa’nın ağır hasta olduğu ve devlet işleriyle meşgul olamadığı bir zamanda konulmuştur.

Okullarda çocuklara “1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı ve hain Padişaha kafa tutuldu” gibisinden bilgiler veriliyor. Halbuki, Meclisin açıldığı 23 Nisan gününde, ilk olarak en yaşlı milletvekili Sinop mebusu Şeref bey, ondan sonra M. Kemal Paşa bu Meclis’in önce Padişah ve Halifeyi, sonra vatanı kurtarmak için toplanmış olduğuna dair iki konuşma yapmışlardır.

1950’li yıllarda, ilk Büyük Millet Meclisi’nde mebusluk yapmış nice kimse sağdı.

Mahir İz bey Ankara lisesinde öğretmenmiş. Meclis’te zabıt katipliği yapmış...

Yazıklar olsun ki, binlerce kimse hatıralarını yazmadan göçüp gitti. Yazılan birkaç hatıra yetmez.

Celal Bayar’ın on ciltlik bir hatıra kitabı var. Onlar yayınlanırken haftalık Yeni İstiklal gazetesini çıkartıyordum. Bir gün emekli hava generali Celal Yakal imzalı bir yazı aldım. Celal Bayar’ı yakın tarihi tahrif etmekle suçluyordu. Hattâ bu yazıdaki bir cümle yüzünden İsmet İnönü beni mahkemeye vermişti.

Demek istiyorum ki, yazılanların bir kısmı da yanlıştır, gerçekleri aks ettirmemektedir.

Bu millet yakın tarihi nasıl öğrenecektir?

Tarih çalışmalarına cami hoparlörleri kadar önem verilmiş olsaydı bugünkü kültür karanlıklarına yuvarlanmamış olacaktık.

Yüzlerce belediye, yüzlerce vakıf, yüzlerce sivil kuruluş ve şahıs ha babam kitap çıkartıyor. İstanbul Belediyesi’ne bağlı bir genel müdürlük her sene, en iyi kağıda büyük boy kocaman bir kitap çıkartır. Yıllık faaliyetler, raporlar falan filan... Tarihi yazılmamış, yazılamamış olan bir ülkede bunlar fantezi şeylerdir. önce tarihini yaz, sonra yıllık faaliyet raporu yayınlarsın.

Gerçek tarihimiz gecekondu, varoş, taşra, kırsal kesim zihniyetiyle yazılamaz. Bunun için medenî, gerçekten aydın, çok yüksek seviyeli tarihçiler, araştırıcılar lazımdır. Ahmed Cevdet Paşa, İbnülemin, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi ve benzeri kişiler.

Eldeki malzeme ile Türkiye’nin yakın tarihi dört başı mamur olarak yazılabilir mi? Bence, her şeye rağmen yazılabilir.

Ama kimler yazacak? Bu işi hangi kurum (ne çirkin kelime, baca kurumu gibi ...) üzerine alacak? Ankara’daki resmî Tarih Kurumu mu? Hayır, o yapamaz, ona yaptırmazlar.

Millî Mücadele hakkında mutlaka en az on onbeş büyük ciltli bir ansiklopedi çıkartılmalıdır.

Yine, her biri yedi sekiz yüz sayfalı on ciltlik bir “Yakın çağ Tarihi”, Sonra binlerce monografi, ilmî araştırma.

Kıymet hükmü vermeye lüzum yok. Okuyanlar, zerre kadar vicdanları ve iz’anları varsa anlarlar.

Genç nesiller, halk yığınları gerçekleri öğrenemesinler diye lisanı değiştirildi. M. Kemal Paşa’nın 1919’da Samsun’a gittikten sonra Sultan Vahidüddin’e çekmiş olduğu iki uzun telgrafın Türkçesini anlayacak kaç kişi vardır bu memlekette?

Hem yazı değişti, hem de lisan. Bu iki büyük engel nasıl aşılacak?

Yakın tarihimizin bir kısım hadiseleri ve vak’aları Türkiye’de serbestçe yazılamaz.

Bunların dış ülkelerde yayınlanması gerekir.

Hayır hayır hayır... Hiçbir ön yargım yok. Sadece doğrular yazılsın, sadece gerçek tarih yazılsın istiyorum.

Bir ülke, bir halk, bir devlet için en büyük felaket tarihinin tahrif edilmesidir.

Edebî ve yazılı lisanın kayb edilmesi de başka büyük bir felakettir.

Anadili Türkçe olan bir toplum, en büyük klasik Türk şairi Fuzulî Divanı’nı (en azından lise ve üniversite mezunları) okuyup anlayamıyorsa ve bu kıraatten haz ve zevk alamıyorsa, o toplum çok fena bir durumda demektir.

Efendim, bak ne güzel gökdelenler yapılıyor, hava alanları, barajlar, yollar... Fabrikalar, üniversiteler... Tarih yoksa, edebî-yazılı lisan yoksa... Kültür yoksa, mimarlık ve sanat yoksa bunlar ayakta durmak için yetmez.

En sade üsluplu ömer Seyfeddin’in hikayeleri bile bugün, sadeleştirilerek yayınlanıyor. Ne büyük ayıp!

Bağımsızlığını kazanalı 100 yıl geçmeyen Finlilerin bile 200 bin kelimelik zengin bir edebî lisanı var. Bizimki, şu anda 20 bin kelimedir. Bunların çoğu da edebiyatta kullanılmayan ilmî ve teknik terimlerdir.

Maşaallah İslâmcımız çok. İlme, kültüre, irfana, marifete, sanata, araştırmaya, mimarlığa, tarihe, edebiyata gereken önemi veriyorlar mı?

Dinî ve millî gecelerde gökyüzü rengarenk maytaplarla aydınlanıyor. Ne güzel...

Tarihini, edebiyatını, lisanını, sanatını, tek kelimeyle millî kimliğini yitiren bir toplum gününü gün ediyor. Vah vah...

Roma batarken kuvvetli bir lisan ve edebiyata sahipti. Osmanlı batarken çok zengin, çok üstün bir lisan ve edebiyat sahibiydi.

Biz bu kafayla gidersek lisansız, edebiyatsız, tarihsiz, sanatsız, kimliksiz, şahsiyetsiz batacağız...

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi