M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Rabiatül-Adeviyye İslam Kız Mektebi

Rabiatül-Adeviyye İslam Kız Mektebi

-Muhayyel hayattan sahneler-

Rabiatü’l-Adeviyye İslam Kız Mektebi, etrafı korunmuş büyük bir korunun içinde… Röportaj konusunda zorlukla izin alabildim. Anlaştığımız tarih ve saatte ana kapıya geldim. Formaliteler tamamlandıktan sonra ağaçlar, parklar, bahçeler içinden geçerek İslam mimarisine göre inşa edilmiş mektebe geldim. Müdire Hanım Mısır’da İslam İlahiyatı, Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe, Milano’da sanat tahsili yapmış; yüksek lisans ve doktora sahibi münevver bir hanımdı. Bürosuna baktım: Yerde harika Gördes ve Uşak halıları, uçta on iki kişilik oval bir toplantı masası, duvarlarda vitrinler, kütüphaneler, antika kitaplar, porselenler; yazıhanesinin arka tarafında üstte duvarda “Cennet annelerin ayakları altındadır” levhası. Hizmetlere bakan bir hanım önce zarf içinde fincanlarla Türk kahvesi getirdi, yanında sakızlı lokum ve bir bardak Hamidiye suyu. Sohbetin ortasında da nefis kesme kristal bardaklarda enfes bir çay ikram edildi.

Mektep bu sene ilk mezunlarını verecekmiş… Burası bir din mektebi değil. Bildiğimiz klasik bir lise. Fen derslerine ağırlık verilmiyor. Türkçe, Arapça, İngilizce çok yüksek seviyede öğretiliyor. Son sınıfa gelen bir kız bu üç dilde konuşabiliyor, yazabiliyor.

Mektebin masraflarının bir kısmı Evkaf-ı İslamiye tarafından karşılanıyormuş.

Müdire Hanım, arzu buyurursanız birkaç sınıfı gezelim dedi… Önce hüsn-i hat dersine girdik. Hocası, icazetli bir hattat hanım. Liseyi bitiren her kız hat icazetine de sahip oluyormuş. Şimdiye kadar ortaya konulan hatları gösterdiler. Fevkalade yazılardı.

Ziyaret ettiğimiz ikinci sınıfta Osmanlıca edebiyat dersi vardı. O gün Fuzulî Divanı’nın orijinal Osmanlıca metninden parçalar okunuyor ve şerh ediliyordu. Edebiyat muallimesi hanımefendi “Efendim, buyurunuz divandan seçeceğiniz bir parçayla öğrencilerimizden birini imtihan ediniz dedi”, teşekkür ettim, arka sıradaki bir kızcağıza “İlm kesbiyle pâye-i rif’at / Arzu-yi muhal imiş ancak / Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak…” dörtlüğünü verdim. Osmanlıca metinden güzelce okudu ve harika bir metin şerhi yaptı. Tebrik ettim ve müdire hanımdan izin alarak cebimdeki dolma kalemi ona hediye ettim…

Üçüncü dershanede tarih tarih dersi vardı; Sultan Abdülaziz Han’ın tahtan indirildikten sonra Ortaköy Fer’iye Sarayları’ndan birinde nasıl şehit edildiği müzakere ediliyordu. Kürsünün üzerinde beş on kaynak kitap gözüme çarptı. Üstad İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Sadrazamları, Yılmaz Öztuna’nın konuyla ilgili kitabı vesaire. Tarih muallimesi hanımefendi Sultan Abdülaziz’in intihar mı ettiğine yahut şehit mi edildiğine dair öğrencilerinden birine bir çalışma yaptırmış; onu çağırdı, kız merhum Sultan’ın şehit edildiğine dair fevkalade mantıklı, delilli, şahitli, ispatlı bir konuşma yaptı. Ne kadar düzgün Türkçe konuşuyordu. Tutukluk yok, rekâket yok, cümlelerde bozukluk yok.

İslam Kız Mektebi’ne ayakkabı ile girilmiyordu, Japon okullarında olduğu gibi kapıda ayakkabılar çıkartılıyor, terlik giyiliyordu.

Okulun camiini gördüm. Beş vakit namaz kılmak mecburiymiş. Okulun maaşlı ve yaşlı bir imamı varmış.

Rabiatü’l-Adeviyye Kız İslam Mektebi’nde on beş geleneksel sanatımızla ilgili atölye mevcuttu. Osmanlı işlemeleri… müzelerdeki iki üç bin yıllık antika çömleklerin replikalarını yapan bir atölye… çini ve porselen eşyalar… el dokuması kumaşlar… tabiî boyalarla renklendirilmiş ham ipek ve kaşmir başörtüleri…

Okulun matbaasında aylık “Hanımlara Mahsus Gazete” yayınlanıyordu. Latin harfleriyle değil, Osmanlıca yazıyla.

Anladım ki, bu okul Türkiye’ye dindar Halide Edip’ler kazandıracaktır.

Öğrencilerin kıyafetleri:

Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet’in başında kız liselerinde, kız öğretmen okullarındaki kıyafet esas alınmış, öğrenciler tek renkli çarşaflara bürünmüşlerdi.

Okulda çok yaşlı birkaç öğretmen dışında erkek öğretmen vazife görmüyordu.

İslam âleminin en az yirmi ülkesinden talebe vardı.

Üç saat süren röportajdan sonra Müdire Hanım’a ve yardımcılarına teşekkür ederek ayrıldım. Türkiye Müslümanları böyle bir kız mektebi açarak gerçekten övgüye layık bir hizmet etmişlerdi. Geleceğe güvenle bakabilirdik.



* (İkinci yazı)

Medeniyet Yazı Demektir

Medeniyet yazı üzerine kuruludur. Medenî insanlar yazı yazarlar. Medenî insanlar yazılı edebî lisanlarının gramer, imla ve noktalama kurallarını bilirler ve yanlışsız yazarlar.

Medenî ve okumuş vatandaşların yazıları güzel, estetik ve düzgündür.

Medenî okullarda kaligrafi= güzel yazı dersleri verilir.

Medenî insanların üzerinde kağıt kalem küçük bir defter bulunur. Gerektiğinde not alırlar.

Medenî insanlar anadillerinin en az on bin kelime, terim ve kavramını bilirler.

Medenî insanların evlerinde kitaplar ve yazı malzemesi bulunur.

Medenî bir toplum şifahî değil yazılıdır.

Cebinde bin liralık bilgisayarlı bir telefonu bulunan kimsenin öbür cebinde güzel bir kalemi, güzel bir defteri olması gerekir. Telefon bin liralık, kalemi bir liralık… Zengin bedevî…

Medenî insanlar notlarını cep telefonlarına kayd etmezler, defterlerine yazar, hafızalarına kayd ederler.

Lise ve üniversite bitirmiş bir zata: Elyazınızı göreyim, sizin kim olduğunuzu, nasıl bir insan olduğunuzu söylerim.

Osmanlı okullarında hüsn-i hat=güzel yazı dersleri vardı.

Bir devlet, liselerinde ülkenin resmî dilinin edebiyatını doğru dürüst öğretmekle yükümlüdür.

Bu dil üç yüz kelimelik konuşma ve günlük iletişim dili değil, yazılı zengin kültür dilidir.

Günlük iletişim dilini öğrenmek için eğitime okullara lüzum yoktur. Okuma yazma bilmezler hiç dil bilmez değildir.

Bu memleketin ve devletin bin yıldan fazla kullandığı yazı ile okuma yazma bilmeyen okumuşlar mürekkep cahildir.

1928’den önce yayınlanmış roman ve hikaye kitaplarını okuyamayanlar cahil midir alim mi?

Atalarının Türkçe mezar taşlarını okumaktan âciz olanlar nasıl medenî ve kültürlü Türkiyeliler olabilir?

Ne garip ülke!.. İstanbul Beyazıt meydanına bakan büyük üniversite kapısının altından nice profesör ve öğrenci geçiyor ve kapının üzerindeki büyük mermer kitabeyi okuyamıyor. Bu kitabe Çince midir, Japonca mıdır? Hayır Türkçedir ama yine de okuyamıyorlar.

Okumasını öğrenseler de mânasını anlayamıyorlar. Daire-i Umûr-i Askeriye. Daire ve askeriye kelimelerini anladık da şu umûr ne oluyor? (Umûr emr kelimesinin çoğuludur ve işler mânasına gelir, yâni Askerlik İşleri Dairesi…)

En güzel ve sade Türkçenin örneği Ömer Seyfeddin hikayeleridir. Aradan yüz sene geçmedi ama onların bile Türkçeden Türkçeye tercümesi yapılıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, merhum Profesör Ali Fuad Başgil’in Gençlerle Baş Başa adlı küçük kitabının büyük hacimli bir edisyonunu yapmış. Küçük kitap nasıl büyük olmuş? Şöyle olmuş: 1960’ta yayınlanan orijinal metnin aslında son derece basit, sade ve anlaşılır olan Türkçesi ağırmış da, yeniden Türkçeye çevrilmiş. Böylece kitabın hacmi iki misli olmuş!..

Yazısını yitiren bir toplum dejenere olur…

Yazılı ve edebî anadilini yeterli derecede bilmeyen bir toplum cahil bir toplumdur.

1928’den önce yazılmış, yayınlanmış kitapları, atalarının mezar taşlarını, anıtlardaki kitabeleri, arşivlerdeki vesikaları okuyamayan bir toplumda kopukluk vardır.

Bir ülkede, yüz yıl önce yazılmış hikaye kitaplarının, romanların dili anlaşılamıyorsa ve Türkçeden Türkçeye tercüme ediliyorsa orada eğitim ve kültür hasta demektir.

Bu ülkenin adı Türkiyedir. Devletin resmî dili Türkçedir. Türkçe elden giderse ne ülke kalır, ne devlet.

Sevgili Kürt vatandaşlarımızın bir kısmı Kürtçe diye ağlıyor haykırıyor.

Anadili Türkçe olanlar ne zaman ah Türkçe vah Türkçe diye ağlayıp feryad edecekler?

Yeni bir anayasa yapılsın diye çırpınanlar var. Türkçe kurtarılsın, lisan ve yazı kopukluğu giderilsin, lise mezunları zengin, yazılı, edebî Türkçeyi bilsin diye birkaç kişi dışında çırpınan var mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi